Anasayfa / HABERLER / Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunlarına İlişkin Çözüm Önerilerimizi Dile Getirdik!

Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunlarına İlişkin Çözüm Önerilerimizi Dile Getirdik!

Bu yıl 8’incisi düzenlenen Sosyal Güvenlik Yüksek Danışma Kurulu toplantısı 24 Mart Salı günü Sosyal Güvenlik Kurumu Erdoğan Özen Konferans Salonu’nda “sosyal güvenlik hizmetlerinin niteliği ve sosyal güvenliğin sürdürülebilirliği açısından teknolojik araçların kullanımı, veri paylaşımı ve paydaşlar ile koordinasyonun önemi”  başlığıyla gerçekleşti.

Toplantıya Konfederasyonumuz adına Mali Sekterimiz Ramazan Gürbüz katıldı. Gürbüz, işçilerin, kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını ve geleceğini olumsuz etkileyecek her adımın,  “reform” adı altında haklarımızı tasfiye etmek amacıyla gündeme getirildiği belirtti. Gürbüz, emekçiler açısından sosyal güvenlik sisteminin sorunlarını sıralayarak, çözüm önerilerimizi dile getirdi. Konuşmanın tamamı aşağıdadır.

sgk2

Öncelikle bilindiği üzere Anayasa Mahkemesi’nin 07.01.2015 tarih ve 29229 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren kararı sonucunda 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu’nu ile yıllardır emeklilik ikramiyeleri 30 yılla sınırlanan emeklilerimizin yaşadığı hak gaspına son verilmiştir.

Gönül isterdi ki kamu emekçileri de çalıştığı süreye göre kıdem tazminatına hak kazanan işçiler gibi çalıştıkları sürelere göre emeklilik ikramiyesini alabilsin. Hele de emeklilik yaşını yükselten yasal düzenlemelerden sonra kamu emekçilerinin bu alanda yaşadığı mağduriyet giderilmesi için adım atılsın. Angarya çalışmalarına son verilisin. Ancak hükümetlerimiz yıllarca bu haksızlığa göz yummuştur. Bu nedenle ben buradan bir kez daha açtığı dava, verdiği hukuk mücadelesi ile kamu emekçilerinin yıllardır yaşadığı mağduriyete son veren üye sendikamız Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikasına teşekkür ediyor, kamu emekçilerinin gözü aydın olsun diyorum.

Diğer taraftan emeklilik ikramiyesi konusunda yaşanan mağduriyet tamamen ortadan kalkamamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre 7 Ocak 2015 tarihinden itibaren emekli aylığı bağlananlar hiçbir başvuruya gerek olmaksızın hizmet sürelerinin tamamı için emekli ikramiyesi almaya hak kazanmışlardır.  Kararın yürürlüğe girmesinden önce emekli olanların ise; SGK’na başvurarak, emekli ikramiyelerinin 30 yılı aşan kısmı için de kendilerine ikramiye ödenmesini talep etmeleri ve gelecek ret yanıtına karşı idare mahkemesinde dava açmaları gerekmektedir. Çünkü bu noktada SGK yönetimi,  7 Ocak 2015 tarihinden önce emekli olan ve 30 yıldan fazla hizmeti olan emeklilerimizin başvurularını“Anayasa Mahkemesi kararları geriye dönük uygulanmayacağı” gerekçesi ile ret etmektedir.

KESK olarak Anayasa Mahkemesi kararının yürürlüğe girmesinden önce emekli olanlar yönünden, gerekli idari tedbirlerin alınması ve dava açmaya gerek kalmaksızın bu kişilere de 30 yılı aşan hizmetleri için ikramiye ödenmesi konusunda gerekli idari ve yasal düzenleme yapılması için yetkili makamlar nezdinde girişimlerimize devam ettiğimizi de buradan paylaşmak isterim.

Hepimizin bildiği üzere Sosyal güvenlik, “bir ülkede yaşayanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin, toplumun bütün fertlerinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda, kişilerin bugünlerini ve yarınlarını güvence altına almayı hedefleyen sistemler bütünü” olarak tanımlanır.

Bu tanım bugün Türkiye’de uygulanan sosyal güvenlik sistemine oldukça uzaktır.  Çünkü 5510 Sayılı Kanunla sosyal güvenlik yerine fiilen “sosyal koruma” anlayışını getirilmiş,  Sosyal Güvenlik Kurumu’na standart belirleme, veri toplama, mevzuat düzenleme gibi görevler verilmiştir. Bugün burada Sosyal güvenlik sisteminin temel sorunlarını ve çözüm önerilerini tartışmak yerine “Sosyal Güvenlik Hizmetlerinin Niteliği ve Sosyal Güvenliğin Sürdürülebilirliği Açısından Teknolojik Araçların Kullanımı, Veri Paylaşımı ve Paydaşlar İle Koordinasyonun Önemi” gibi bir başlıkla toplanmamız da aslında ülkemizde Sosyal Güvenlik alanında yaşanan dönüşümün sonucudur.

Peki, bu dönüşüm amaçlanan hedeflere ulaşmamızı sağlayan bir yönde mi olmuştur? Ne yazık ki bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değildir. En özet haliyle ifade etmek gerekirse;  ülkemizde sosyal güvenlik alanında yaşanan dönüşümün yönü yüzü sermayeye-özel kesime,  sırtı çalışanlara-emekçilere dönük bir şekilde olmuştur.

Bilindiği üzere sosyal güvenlik alanında yaşadığımız dönüşüme temel dayanak olarak ‘nüfusun yaşlanması sonucu sistemin tüm nüfusu koruyucu bir özellikten yoksun kaldığı ve sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıklarının ekonomi üzerindeki olumsuz bir etki yarattığı’ gerekçesi ileri sürülmüştür.  Oysa Türkiye, dünya geneline kıyasla genç bir nüfusa sahip olmakla beraber işgücüne katılım oranı düşük, kayıt dışı istihdamın, işsizliğin ve eksik istihdamın boyutlarının çok yüksek olduğu bir ülkedir. Bize göre yanlış tespitlere dayanan bu gerekçelendirme ile 7 yılda uygulamanın getirdiği sonuçlara bakacak olursak, çalışma çağındaki nüfusun istihdama katılamadığı, sağlık ve eğitim sorunlarının aşılması bir yana çığ gibi büyüdüğü görülmektedir. Dolayısı ile geçen süre zarfında, sosyal güvenliğe en çok ihtiyacı olan, gelir düzeyi görece düşük kesimlerin zorunlu sosyal güvenlik kapsamı dışına itildiği açıkça gözlenmektedir.

Sosyal Güvenlik alanında yaşanan dönüşüme gösterilen gerekçelerden birisinin de Sosyal Güvenlikte yaşanan açıklar olduğunu ifade etmeye çalıştım. Oysa bugün tüm dünyada bir devletin sosyal devlet olup olmadığının en önemli göstergesi sosyal güvenlik açığının büyüklüğünden anlaşılmaktadır. Yani sosyal güvenlik açığınızın Gayri Safi hâsılanıza oranı ne kadar büyükse sosyal güvenlik şemsiyesine ihtiyacı olanlara o kadar kaynak aktarılıyor, hizmet sunuluyor demektir.

Yıllardır aralarına katılmaya çalıştığımız Avrupa Birliği ülkelerinde sosyal güvenlik açıkları Gayri Safi Hâsılalarının ortalama yüzde 16 sı civarında iken İskandinav ülkelerinde ortalama yüzde 19 seviyesindedir.

Ülkemizde ise bu oran %4 civarında olmasına rağmen daha da aşağı çekmemenin yolları aranmaktadır. Sosyal devlet olmanın gereği olarak bütçeden ayrılan, AB ülkelerine kıyasla bu sınırlı rakamlar bile hala “açık” ya da  “kara delik” olarak nitelendirilmektedir.

Bütçeden sosyal güvenliğe ayrılan ve haksız bir şekilde “kara delik” olarak nitelenen bu kaynakların SSK, Emekli Sandığı, BAĞ-KUR ve İşsizlik Sigortası kapsamındaki 70 milyon yurttaşın ihtiyaçlarının karşılanması için ayrılması gerekiyor. Ne yazık ki bugün bütçeden aktarılan sınırlı kaynağın yurttaşların ihtiyaçları için kullanılması amacından gittikçe uzaklaşılan bir tablo ile karşı karşıyayız. Çünkü neoliberal ekonomik modele geçişle birlikte piyasa mekanizmasına dayalı bir model hâkim kılınmış, kamu hizmetlerinin nitelikli, etkin, verimli duruma getirilmesi için piyasa sistemi ön plana çıkarılmıştır.

1980’li yıllardan itibaren temel sektörler teker teker ‘reform’ adı altında özelleştirilirken, sağlık ve sosyal güvenlik alanında da Dünya Bankası ve IMF’nin reçeteleri doğrultusunda benzer “reformlar” gerçekleştirilmiş, bu alan da piyasacı anlayışa terk edilmiştir. 1996 yılına kadar ilaç gereksinimimizin % 70’e varan bölümünü yerli ilaç hammaddesi üretimi ile karşılayabilirken, çalışanlardan, yurttaşlardan kesilen primlerle alınan SSK ilaç fabrikasının kapatılması ile ilaçta dışa bağımlı hale getirilmemiz bu piyasacı anlayışın sonuçlarından sadece birisidir.

Buna rağmen geçen 7 yıllık süre zarfında Sosyal Güvenlik Sisteminde dönüşüm kapsamında sağlık harcamalarındaki artış, bir başarı öyküsü olarak kamuoyuna sunulmaktadır. Fakat bakıldığında bu harcamaların en büyük kalemlerinin ilaç şirketlerine, özel hastanelere, taşeron şirketlere yönelik yapıldığı ortadadır. Özel sermaye birikimine sunulan kaynaklar ilaç endüstrisi ve özel hastanelerin kullanımına sunularak sağlık harcamalarını suni bir artışa itmekte, sağlığı tümüyle bir sosyal hak kullanımının dışına çıkarmaktadır.

Koruyucu sağlık hizmetlerine ve halk sağlığına yönelik politikaların rafa kaldırıldığı “sağlıkta dönüşüm” sürecinde, sağlık harcamalarındaki artış, daha maliyetli olan tedavi edici sağlık hizmetlerine aktarılmaktadır. 600 dolara yaklaşan kişi başı sağlık harcamaları ile ülkemiz bugün de OECD ülkeleri sıralamasında açık farkla en son sırada yer almaktadır.  En son güncel veriler dikkate alındığında OECD ülkelerinin ortalama kişi başı sağlık harcamaları, Türkiye’nin iki katının da üzerindedir. Sağlık harcamaları alt kalemleri ile incelendiğinde ise bütçeden ayrılan yüzde 4,4’lük payın sadece yüzde 0,58’lik kısmının koruyucu hizmetlere yönlendirildiği görülmektedir.

Yaşadığımız dönüşümde önemli bir noktada Avrupa ülkelerinde kişi başına düşen yıllık gelir, emeklilerin almakta oldukları ücretler, aile yardımı gibi sosyal yardımlar gibi kıstasların değil, sadece emeklilik yaşlarının dikkate alınması olmuştur.  Bunun sonucunda ise emeklilik yaşı yükseltilmiş,  emekli aylıkları düşürülerek, emekli olmak zorlaştırılmıştır.  1 Ekim 2008 öncesinde SSK ve Bağ-Kur emeklileri çalışırken aldıkları maaşın % 65‘ini, Emekli Sandığı‘na bağlı emekliler ise % 75‘ini alıyorken, adına ‘reform’ denilen bu düzenleme ile bu oranlar yüzde 40’lara kadar düşürülmüştür.  Sadece bu veri bile 2008 sonrasında emekli olma oranının neden azaldığını açıkça göstermektedir.

Böylece Dünya Bankası temel talepleri arasında yer alan kamu emeklilik sisteminin işlevsizleştirilmesi ile yeni özel emeklilik sistemlerinin kurulması, kamusal emeklilik fonlarının bireysel emeklilik şirketleri aracılığıyla mali piyasalara devredilmesinde, dolayısıyla mezarda emekliliğe doğru giden süreçte ciddi adımlar atılmıştır.

Özelikle son on yılda bu politikalar geçmiş dönemleri kat be kat geride bırakan bir hızla, yaşamımızın her alanında hayata geçirilmiştir, geçirilmeye de devam ediyor. 1 Ekim 2008’de yürürlüğe giren 5510 Sayılı  Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası da bu politikaların bir ürünü olarak en temel hakkımızı tehdit ederek bugün karşımızdadır.

Hepinizin bildiği gibi, sosyal güvenlik sistemi bireylerin sosyal risklerle karşılaşmaları halinde ihtiyaç duyduğu gereksinimlerin kamusal bir hizmetle giderilmesidir. Bu sistem, düşük gelir gruplarının ihtiyaçlarını yüksek gelir grubundan sağlanan kaynaklarla karşılanmasını esas almalıdır. Ülkemizde yaşanan gelir adaletsizliğinin boyutları düşünüldüğünde, devletin sosyal devlet ilkesi ile “insan onuruna yakışır” bir hayatı sağlamasında önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır. Fakat ne var ki 2006 yılında yeni yapılanmadan sonra sosyal güvenlik sisteminde tüm birikmiş sorunların daha da büyüdüğü, sistemin işlevsiz ve piyasacı bir anlayışa terk edildiği süreç daha da hızlanmıştır.  Sık sık çıkarılan af yasaları ile işverenlere sigorta primlerini yatırıma dönüştürmenin yolu açılırken Genel Sağlık Sigortası primlerini ödeyemeyenlerin sayısı artmaya devam etmektedir. Genel Sağlık Sigortası ile primin yanı sıra tedavinin her aşamasında cepten ödemenin önü açılmış,  sağlık hak olmaktan tamamen çıkarılmış, “satın alınan bir hizmete” dönüştürülmüştür.

Bilindiği gibi 16 Mayıs 2006 Tarihinde kabul edilen 5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı birleştirilmiştir. Bu birleştirme ile birlikte Sosyal Güvenlik Kurumu oluşturulmuştur. Ancak aradan geçen bunca zamana rağmen ne mevzuatta ne de işleyişte yeterince birlikteliğin sağlandığını söylemek mümkün değildir.

Bu durum kaçınılmaz olarak SGK personelinin çalışma şartlarına da yansımaktadır. Sayıştay raporları bugün SGK’da istihdamın en az iki katına çıkarılması gerektiğini ortaya koymasına rağmen az personelle çok iş yapma mantığından ısrarla vazgeçilmemektedir. Üç Kurumun birleşmesi sonrası yaşanan personel hak kayıpları ile diğer kurumlardan düşük bir gelir grubuna giren SGK emekçileri sürekli başka kurumlara geçmek istemektedir. Eksilen personelin yerine yeni personel alınmaması iş yükünü sürekli artırmakta, vasıfsız personel tarafından yürütülen asli kamu hizmeti kurumun verdiği hizmetin de aksamasını beraberinde getirmektedir.  Diğer kamu kurumlarında olduğu gibi SGK’ da da vekâleten görev yürütmenin yaygın hale getirilmesi, görevde yükselme sınavlarının açılmasının ihmal edilmesi,  yazılı sınav yerine mülakata ağırlık verilmesi gibi uygulamalar kurumda iş barışını bozmakta, kayırmacılığı tetiklemektedir. Kuruma yıllarca hizmet veren, deneyimli, işinin ehli personelin Sosyal Güvenlik Uzmanlığı ve Uzman Yardımcılığı sınavlarına girmesinin koşulları sağlanmamaktadır.

Kurum başkanlığı merkezlerde yaşanan iş yoğunluğu ve vatandaşların hizmete daha kolay ulaşabilmelerini sağlama gerekçesi ile yeni merkezler açmıştır. Fakat yeni açılan bu merkezlere yeni personel alma yerine mevcut çalışanlar bir merkezden diğerine tayin edilmekte ya da geçici olarak görevlendirilmektedir. Dolayısıyla bu durum yeni sorunları da beraberinde getirmektedir.

Bilindiği üzere SGK çalışanlarının almakta olduğu ikramiyelerin 666 sayılı KHK ile ortadan kaldırılmıştır. Ancak 10 Ekim 2013 Tarih ve 28791 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Anayasa Mahkemesi Kararı ile ilgili düzenlemenin hukuksuz olduğu ortaya konmuştur.  Anayasa Mahkemesi Kararına ek olarak konu hakkında üye sendikamız Büro Emekçileri Sendikasının açtığı davalar çalışanların lehine sonuçlanmasına rağmen SGK emekçilerinin ikramiyeleri hala ödenmemektedir.

Bugün Türkiye’de yerleştirilmeye çalışılan anlayış sosyal güvenlik değil, sosyal koruma anlayışıdır. Sosyal güvenlik literatüründe “sosyal koruma” içerik itibariyle sosyal güvenlikten daha dar ve sınırlı bir alanı ifade etmektedir. Sosyal güvenlik yerine “sosyal koruma” getirilmesi, iktidarın benimsediği “önce muhtaç et, sonra yardım dağıt” politikasıyla bire bir örtüşmesi açısından dikkat çekicidir.

Türkiye’de baştan aşağıya yeniden yapılandırılan sosyal güvenlik kurumlarının vermesi gereken hizmetler, özel sigorta şirketlerine yönlendirilmekte,  devlet bu alandan yavaş yavaş çekilerek, sosyal güvenliği büyük ölçüde “piyasaya” terk etmektedir. Sosyal Güvenlik ve sağlıkla ilgili değişikliklerin tartışılmaya başlandığı ilk günden bu yana bireysel emeklilik sistemindeki muazzam büyümeye bakılırsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Ülkemizde işçi ve emekçilerin hak kayıpları günden güne katlanarak artmaktadır. Fakat bu kayıpları telafi edecek herhangi bir önleme rastlanmadığı gibi, yaşam koşulları giderek daha da ağırlaştıracak girişimlerde bulunulmaktadır. Unutulmamalıdır ki, toplumun en mağdur kesimlerini krizlere ve piyasanın yıkıcı etkilerine karşı koruma işlevi bulunan çeşitli mekanizmaların en önemlileri bütçe ve sosyal güvenlik sistemidir. Diğer koruyucu mekanizmalar da sırasıyla iyi planlanmış bir sağlık ve sosyal hizmet sistemi, sosyal harcamaların ve yatırımların genişletilmesidir. Bu sorunlar teknolojik araçların kullanımı ve veri paylaşımı gibi konulardan çok daha acil ve önemli sorunlardır.

Sigorta hak ve yükümlülüklerin emekçiler aleyhine değiştirilmesi, kayıt dışılığın artması, üretme yerine dışarıdan daha fazla maliyetle hizmet satın alma zorunda bırakılması, yolsuzlukların artması sonucu sosyal güvenlik sisteminde birikmiş sorunlar hızlanan dönüşümün gerekçeleri olarak kamuoyuna sunulmuştur. Fakat dönüşüm süreciyle beraber sosyal güvenlik sistemindeki sorunların artarak devam ettiği alenen görülmekte, emekçilerin yoğun mücadele dönemleriyle kazanılmış haklarının yok olmasının yanında birikimlerine el konulan bir sürecin tüm yıkıcı etkisiyle ısrarla sürdürüldüğü izlenmektedir.

Sosyal güvenlik sisteminin finansman darboğazı, bütçede kamusal yatırımların azaltılması, işsizlik, kayıt dışı istihdam ve çalışma düzeninin esnekleştirilerek, çalışma ilişkilerine kuralsızlığın egemen olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak kamu yatırımlarına ayrılan kaynaklar bütçede sürekli düşürülürken giderek büyüyen işsizliğe ve kayıt dışılığa dair önlem alınmamış, kadrolu yerine sözleşmeli, iş güvencesiz ve taşeron çalıştırma biçimleri yaygın olarak kullanılmıştır.

Kuşkusuz sosyal güvenlik ve sağlık sisteminde yapılmak istenenleri sadece kendi içinde, çalışma yaşamının diğer alanlarında yaşanan değişimlerden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, bugün sosyal güvenlik ve sağlık hakkının, yakın gelecekte iş güvencesi ve kıdem tazminatının hedefe konması, son yıllarda istihdam biçimlerinde yaşanan esnekleşmenin, kuralsızlık ve kayıt dışılığın görünen sonuçları olduğu açıktır.

KESK olarak sosyal güvenlik ile ilgili temel taleplerimizi sıralayarak sözlerime son vermek istiyorum.

  • Kamusal bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi kurulmalıdır. Bunun için SSGSS yasası iptal edilmeli, uygulamaları derhal durdurulmalıdır.
  • SSGSS yasası yerine sosyal, dayanışma esaslı bir sosyal güvenlik yasası çıkarılmalı, emeklilik yaşı, prim gün sayısı azaltılmalıdır.
  • Sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıklarının bedeli yoksul halk kesimlerine ödettirilmemelidir. Burada yapılması gereken, sermayenin vergilendirilmesi, işsiz ve yoksul kalan yığınlara yurttaşlık gelirinin sağlanmasıdır.
  • şsizler ve yoksullar başta olmak üzere temel insani gereksinimler ücretsiz karşılanmalı, sağlığı etkileyen tüm toplumsal koşullar iyileştirilmeli; beslenme, barınma, hijyenik su, eğitim, sağlık… vb. haklar ücretsiz sağlanmalıdır.
  • Kayıt dışı çalışma mutlaka engellenmeli, çalışanlar yığını derhal sağlık ve sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdır.
  • Genel Sağlık Sigortası yerine sağlık hizmetleri vergilerden finanse edilmeli, kamudan özele kaynak aktarımı durdurulmalıdır.
  • Özel sektör teşvikleri durdurulmalı, kamusal kaynaklar sağlık alanındaki kamusal yatırımlara yönlendirilmeli ve kamulaştırma esas alınmalıdır.
  • Aile hekimliği uygulamalarından vazgeçilmeli, yerine koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen kent örgütlenmesi güçlendirilmiş birinci basamak yaratılmalı, hizmetin hiçbir aşamasında ücret talep edilmemelidir.
  • Aşı ve ilaçta küresel tekellere bağımlılık azaltılmalı, toplumsal ihtiyaçlara uygun, bilimsel yatırımlar yapılmalıdır.
  • Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin parçalı, esnek, güvencesiz, kadrosuz, farklı statülerde istihdamına son verilmeli, kadrolu güvenceli çalışma sağlanmalıdır.
  • Ücret adaletsizliği giderilmeli, ek ödemeler temel ücrete yansıtılmalıdır.

KESK olarak işçilerin, kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını ve geleceğini olumsuz etkileyecek her adımın,  “reform” adı altında haklarımızı tasfiye edilmesinin karşısında olmaya devam edeceğimizin bilinmesini istiyor, hepinize tekrar saygılar sunuyorum.

RAMAZAN GÜRBÜZ

KESK MYK ÜYESİ- MALİ SEKRETER

Print Friendly, PDF & Email


İLİŞKİLİ YAZILAR

TÜRKİYE SPOR YAZARLARI DERNEĞİ’NE KAYYUM ATANMASINI ANTİDEMOKRATİK

Gazetecilik toplumun doğru bilgiyle donanabilmesi ve demokrasimizin denge içinde işleyebilmesi için vazgeçilmezdir. Gazetecilerin, bu önemli ...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

9 + 6 =

Örnek Resim