Anasayfa / HABERLER / İş Cinayetlerinin Gölgesindeki Konferans : “VII. Uluslar arası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı” Başladı!

İş Cinayetlerinin Gölgesindeki Konferans : “VII. Uluslar arası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı” Başladı!

İş cinayetlerinde dünyada üçüncü Avrupa’da birinci sırada olan Türkiye’de “VII. Uluslar arası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı” bugün yapılan açılış konuşmaları ile başladı.

Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen ve 7 Mayıs 2014 Çarşamba günü sona erecek konferansın açılışında konuşan Genel Başkanımız, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in tanıtım toplantısında sendikaları suçlayan ifadelerine yanıt verdi.

Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de 1 Mayıs’ta işçileri, emekçileri, halkı hedef alan şiddetin AKP iktidarın işçi sağlığı ve güvenliği konusunda ne kadar samimi olduğunu gözler önüne serdiğini vurgulayan Genel Başkanımız Türkiye’de iş cinayetlerinin hız kesmeden devam etmesinde iktidarın sermayeden olan tercihinin belirleyici olduğunun altını çizdi.

KESK Genel Başkanımızın konferansın açılışında yaptığı konuşma aşağıdadır.

Değerli Katılımcılar,

Hepinizi Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu KESK adına saygıyla selamlıyorum.

Öncelikle bu konferansın konusu ile ülkemizde yaşanan tablo arasındaki tezat duruma dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu tezatlığa tüm dünya en son 1 Mayıs’ta tanık olmuştur. 1Mayıs’ta yaşananlar iktidarın insan hakları ve demokrasi konusunda olduğu kadar işçi sağlığı ve güvenliği konusunda da ne kadar samimi olduğunu gözler önüne sermiştir.

Tüm dünyada coşkuyla kutlanan 1 Mayıs Türkiye ve Kamboçya işçilerine, emekçilerine deyim yerindeyse zehir edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 2008 yılında İstanbul Taksim’de yaşananlara ilişkin kararına rağmen İstanbul adeta açık bir cezaevine, yasak bir kent haline çevrilmiştir.

Aslında emekçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ta yaşanan şiddeti buradan bir kez daha kınayarak bu konu üzerinde daha fazla durmak istemiyordum. Ancak Sayın Bakanın üç gün önce bu konferansın tanıtımı için düzenlenen toplantıda sarf ettiği suçlayıcı ifadelere kısaca yanıt vermek zorunluluk olmuştur.

Sayın Bakan bu konferansın tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamakta ısrar eden sendikalar işçilerden almış oldukları aidatın ne kadarını iş sağlığı güvenliği ve eğitimi için, işçilerin hayatını kaybetmemesi için harcıyor? Çıkıp bunun hesabını versinler. Sendikacılık demek yalnız Taksim demek değil. Sendikacılık demek yalnız ücret sendikacılığı değil” demiştir. Ayrıca 1 Mayıs 1977 de katledilen arkadaşlarını anarak bayramlarını kutlamak isteyen sendikacıları 1980’li yıllarda kalmış sendikacılık anlayışını savunmakla eleştirmiştir.

Sayın bakanın yaşananları bu kadar ters yüz eden sözleri karşısında hayrete düşmemek elde değil. Gerçekleri çarpıtan Sayın Bakana bizim de bazı sorularımız var.

Hükümetiniz, bakanlığınız büyük bölümünü bizlerden aldığı vergilerin ne kadarını bizim refahımız için kullanıyor?

Hükümetiniz halkan, işçilerden, emekçilerden aldığı vergilerin ne kadarını gaz bombasına, biber gazına, miting alanlarını kapatan çelik duvarlara, ne kadarını iş cinayetlerinin önlenmesine harcıyor?

Her 100 işyerinden sadece 3’ünü denetleyebilen Bakanlığınız, iş cinayetlerinin önüne geçmek için bütçesinden ne kadar para ayırıyor?

Bir kısmını işçilerin aylık brüt ücretleri üzerinde kestiğiniz işsizlik fonunun ne kadarını işsizler için kullanıyorsunuz?

17 Ağustos 1999 depreminden sonra halktan toplanan deprem vergilerini bile, amacı dışında, “duble yol için harcadık” diyen sizin hükümetiniz değil mi?

İşçilerin, emekçilerin, halkın sağlığını ve güvenliğini gerçekten düşünüyorsanız 1 Mayıs’ta yüzlerce insanın yaralanmasına yol açan binlerce gaz bombasını, biber gazını, zırhlı araçlardan insanların üzerine sıkılan ilaçlı suları, hastanelerin bahçesine kadar atılan gaz bombalarını, bu aymazlığa tepki gösteren vatandaşa yakın mesafeden plastik mermi sıkılmasını, neyle açıklıyorsunuz?

Açlık sınırının bin yüz (1.100) yoksulluk sınırının üç bin üç yüz (3.300) TL’yi aştığı bir ülkede, 5 milyondan fazla insanın eline geçen aylık 846 TL asgari ücretten ne kadar vergi kesiyorsunuz?

Peki, 2010, 2011, 2012 yıllarında Taksim’de yüz binlerce insanın katıldığı, bir tek insanın dahi burunun kanamadığı 1 Mayıs’ları düzenleyen bugün suçladığınız sendikalar-konfederasyonlar değil miydi?

Sendikalar Taksim de kutlama yaparsa halkın seyahat özgürlüğü engellenir diyen buna rağmen 1 Mayıs’ta İstanbul’un tüm karayollarını, köprüleri kapatan, vapur seferlerini, vatandaşın hastaneye ulaşımını dahi engelleyen sizin hükümetiniz değil mi? Dünyaya yasak bir kent utancını yaşatan sizin hükümetiniz değil mi?

Her toplu sözleşme döneminde işçi sağlığı ve güvenliği dahil çalışma yaşamına ilişkin getirdiğimiz onlarca öneriyi “bunlar toplu sözleşmenin konusu değil diye geri çeviren sizin hükümetiniz, bakanlığınız değil mi?

Bakanlığınızın 2013 rakamlarına göre 11 milyon 628 bin kayıtlı işçiden ancak 1 milyon 32 bini sendika üyesi iken yani toplam kayıtlı işçinin sadece %8,88’i sendika üyesi iken ve bunlardan sadece 600 binin toplu sözleşme hakkı varken “sendikalar iş cinayetlerinin engellenmesi için ne kadar bütçe ayırıyor” diye sormak ne kadar etik bir tutumdur?

10 Şubat 2011 tarihinde Afşin-Elbistan’da göçük sonrası oluşan erozyonda toprak altında kalan 10 işçiden 9’unun bedenlerinin hala toprak altında olmasının utancı sendikalara mı yoksa Hükümetinize mi aittir?

Bu sorulara daha onlarcasını eklemek mümkün. Gelelim sendikal anlayış meselesine.

Size göre baş tacı ettiğiniz devlet güdümlü – yandaş sendikal anlayış 2014’ün muteber sendikal anlayışı iken çalışanların hakkını savunanların sendikal anlayışı ise “80’li yıllardan kalma” dır.

Peki, temel insan haklarını, örgütlenme hakkı, toplu sözleşme ve grev hakkı, toplantı ve gösteri hakkı başta olmak üzere çalışanların haklarını her gün daha fazla kısıtlayan, anti demokratik-hukuk dışı tutumunuza karşı çıkan herkesi polis şiddeti ile bastıran ve düşman olarak gören, gittikçe otoriterleşen, iktidarınızın demokrasi anlayışı hangi çağdan kalmadır?

Kaldı ki, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu sorumluluğu işverene mi yoksa sendikalara mı veriyor, yasayı hazırlayanlar olarak cevap veriniz?

İşçilerin, emekçilerin haklarının her gün çiğnenmeye devam edildiği bir ülkede buna karşı en çok mücadele eden sendikaları, konfederasyonları “seksenli yılların sendikacılık Anlayışı”nı savunmakla suçlamak kolaycılıktır.

Biz mücadelemizin hiçbir döneminde iktidar güdümlü-yandaş sendikal anlayıştan yana olmadık. Bugün de böyle bir anlayışı savunmamızı beklemeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Değerli Katılımcılar

Sözlerime bugüne kadar iş cinayetlerinde kaybettiğimiz tüm insanlarımızı saygıyla anarak, acılı ailelerine tekrar başsağlığı ve sabır dileyerek devam etmek istiyorum.

Evet, “iş cinayetleri” kavramını kullanmaktan elbette ki ben de memnun değilim. Ancak ülkemizde yaşanan tablonun tanımlanabilmesi için “iş kazası” kavramı yetersiz kalmaktadır.

İş kazalarında dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci sırada olan,

Resmi rakamlara göre yılda ortalama binden fazla çalışanın hayatını kaybettiği,

2002 yılında 350 bin olan taşeron istihdamın resmi rakamlara göre 2 milyona yaklaştığı, gerçekte ise her iki işçiden birinin taşeron firmalarda istihdam edildiği,

1 milyona yakın çocuğun işçilik yapmak zorunda bırakıldığı,

Sadece 2013 yılı içinde en az 89 çocuk işçinin hayatını kaybettiği,

Gerekli önlemler alınmadığı için grizu patlamasında hayatını kaybeden maden işçileri için hükümetin en tepesindeki ismin “ölüm bu mesleğin kaderinde var” dediği,

Yine 30 maden işçisinin hayatına mal olan bir başka facia hakkında dönemin Çalışma Bakanının “fiziki olarak güzel öldüler” gibi yakışıksız ifadeler kullanabildiği,

Geçtiğimiz yılın başında Zonguldak Kozlu’da 8 madencinin öldüğü facia hakkında işverenin hayatını kaybeden her işçi için 3 bin TL bedel ödemesini öneren raporun altına imza atan Çalışma Bakanlığı İş Teftiş Kurulu’nun olduğu,

Bir ülkede hala gerekli önleyici tedbirlerin maliyet olarak görülmesinden kaynaklanan can kayıplarının adı iş kazası değil seri iş cinayetidir.

Bu vahim tabloya rağmen her zaman olduğu gibi bu konferansta da bakanlık bize uzun uzun icraatlarını övmeye devam edecek. Diğer temel insan hakları konusunda olduğu gibi işçi sağlığı ve güvenliği sanki bir hak değil de iktidarlarının lütfüymüş gibi 2012 yılında çıkardıkları yasa ile konunun kapsamının nasıl genişletildiğini, “koruyucu tedbirlerden önleyici tedbirlere” geçildiğini anlatacaklar.

Övündükleri yasaya rağmen iş cinayetlerinin sayısında neden düşüş yaşanmadığını konusunda ise “istihdamdaki artışa kıyasla ölümlü iş kazalarında düşüş var” diyecekler. Ancak bu rakamlara 9 milyon insanı kapsayan kayıt dışı istihdamın dahil olmadığını söylemeyecekler. Sigortasız, her türlü haktan mahrum kayıt dışı istihdam edilen 9 milyon insan dahil edilse Türkiye’de iş cinayetleri rakamının açıklanan resmi rakamlardan en az iki kat daha fazla olacağını atlayacaklar.

Sigortalı işçi başına iş kazalarında yaşamını yitiren işçi oranının Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama yüz binde 2,5, ABD’de yüz binde 2,7 olduğunu buna rağmen bu oranın Türkiye’de altı kat daha fazla, yüz binde 15, olduğunu, söylemeyecekler.

Bütün veriler iş cinayetlerinin büyük bölümünün taşeron çalıştırılan yerlerde olduğunu göstermesine rağmen taşeron çalışmanın kapsamını genişletmek için yasalarda değişiklik yapmaya çalıştıklarını elbette ki anlatmayacaklar.

Dünyada meslek hastalıkları görülme sıklığı binde 4 ile binde 12 arasında değişirken bu oranın Türkiye’de binde 0,05 olduğunu, yani yüz binde 5 olduğunu,

İş kazalarında dünya üçüncüsü olan bir ülkenin nasıl olup da meslek hastalığı görülme sıklığı açısından dünya ortalamasından 100 kat daha iyi olduğunu anlatmayacaklar.

Yasanın çıkarılması sürecinde sendikalarla görüşüldüğünü, büyük oranda üzerinde uzlaşıldığını söyleyecekler ama “80’li yılların sendikacılık anlayışını savunuyorlar” diye suçladıkları bizlerin o süreçteki itirazlarına elbette ki değinmeyecekler.

Kamu çalışanlarını yasanın kapsamına almakla övünecekler. Ama yasada 2014 yılının altıncı ayından itibaren, yani 1 ay sonra uygulamanın başka bir torba yasa ile iki yıl sonrasına, 2016 yılına ertelendiğine değinmeyecekler. Ya da yasanın tamamının değil sadece 6. ve 7. Maddesinin uygulamasının kamu çalışanları için ertelendiğini anlatacaklar. Ama bu maddelerin yasanın omurgası olduğuna, bunların ertelenmesinin aslında yasanın kamuda uygulamasının ertelenmesi olduğuna elbette değinmeyecekler. Bunun yerine iş kazası yaşanması durumunda sorumluluğun kime ait olduğunu çözemedikleri kamuda pilot çalışmalardan uzun uzun bahsedecekler.

Değerli Katılımcılar,

Söylediklerimin kesinlikle önyargı ile söylenmiş sözler olmadığını tüm samimiyetimle vurgulamak istiyorum. Çünkü biz çalışanlar, sendikacılar sadece bu hükümet döneminde değil daha önceki hükümetler döneminde de sağlığımızı, güvenliğimizi gerçekten koruyan yasalarla, uygulamalarla ne yazık ki karşılaşmadık.

Hükümetin, Çalışma Bakanlığının “Dünyanın en mükemmel yasaları dahi yapılsa iş kazalarını tamamen ortadan kaldırmak, can kayıplarına son vermek mümkün değildir” söylemi doğrudur, katılıyoruz.

Ancak bakanlığın kültür eksikliğini sorunun temeline koyması temel hatalardan biridir. Bunun için de Bakanlıkta yaşanan kazalarda daha çok çalışanı suçlayan, sorunu toplu önlemlerden çok bireysel önlemlere indirgeyen bir bakış açısı hakimdir.

Oysa Türkiye’nin bu alandaki yapısal sorunlarının temelinde, gerek işveren kesimi gerek kamu işvereni olan ve çalışma yaşamını düzenleme konumundaki devletin tercih ettiği ekonomik politikaların belirleyici olduğu açıktır. Tercih yıllardır, özelleştirme, sendikasızlaştırma, kayıt dışı çalıştırma, taşeronlaştırma gibi sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek yönde kullanılmaktadır. Hatta öyle ki bu tercih son çıkarılan yasanın adını dahi belirlemiştir. Sermeye sınıfının çıkarına ve işin devamının sürekliliğine vurgu yapar biçimde yasanın adı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası olarak adlandırılmıştır.

Bu tercih güvencesiz çalışma biçimlerinin yayılmasını, kadın ve çocuk emeği sömürüsünün, kayıt dışı istihdamın artmasını, alana ilişkin gerekli yatırımların yapılmamasını, yasalarda belirtilen denetimlerin yeterince yapılmamasını beraberinde getirmektedir.

Değerli Katılımcılar,

Tüm sigortalılar için işveren tarafından ödenmesi gereken, iş riskine göre değişen oranlardaki (%1–6,5) “iş kazası ve meslek hastalığı primi” devlet memurunun işvereni devlet tarafından ödenmiyor. Bu nedenle devlet memuru olarak adlandırılan emekçiler iş kazası geçirdiğinde “kaza”, meslek hastalığı geçirdiğinde “hastalık” olarak kabul ediliyor. İş kazası ve meslek hastalıkları sigortası haklarından yararlanamıyor. Özetle kamu çalışanı emekçilerin sağlığı ve güvenliği üzerinden devlet tasarruf(!) ediyor.

Eğer çalışanlar kazalardan, iş cinayetlerinden gerçekten korunmak isteniyorsa öncelikle işçi sağlığı ve güvenliğinin ayrımsız tüm çalışanlar için bir hizmet değil bir hak olduğu kabul edilmelidir. Çalışanların bu hakkına karşı tek muhatap devlettir. Bu kamusal hak sağlıktan kar etmeyi hedefleyen şirketlere taşeron laboratuarlara terk edilememelidir.

Bilindiği üzere Dünya Sağlık Örgütü sağlığı bir kişinin sadece hastalık ve sakatlık durumunun olmayışı değil kişinin bedenen ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlamaktadır. Bunun için tedavi edici sağlık hizmetlerine değil koruyucu ve rehabilite sağlık hizmetlerine öncelik verilmelidir. En önemlisi iş cinayetlerine davetiye çıkaran kayıt dışı çalışma, sendikasız -taşeron-kuralsız çalışma engellenmeli, çocuk işçiliğine son verilmelidir.

İşçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerinin maliyet arttırıcı gereksiz bir harcama olarak görülmesinden vazgeçilmelidir. Altını çizerek vurgulamak istiyorum. Asıl sorun iş kazalarının önlenemez olması değildir. Çok sınırlı maddi kaynak ayrılarak yerine getirilebilecek önlemlerin bile alınmamasıdır.

Bunun için sayın bakana başında bulunduğu bakanlığın temel görevinin sendikal mücadele verenleri hedef göstermek değil çalışanların hak ve özgürlüklerini savunmak ve korumak olduğunu tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz.

Hatırlatıyoruz, çünkü bu iktidar dün yaptığı yasayı, verdiği sözü bugün unutmakta “ustalaştığını” defalarca ispatlamıştır.

En basitinden beş yıl önce 1 Mayıs’ı resmi tatil eden de, 4 yıl önce kutlanması için Taksim’i emekçilere açan da, iki yıldır Taksim’i emekçilere kapatmak için akıl ve hukuk dışı gerekçeler ileri süren de bu iktidardır.

Konferansın iktidarın diyalog görünümlü monologuna son vererek gerçek anlamda bir diyaloga vesile olmasını ve işçi sağlığı ve güvenliği konusunda yaşanan hayati sorunlara çözümler üretmesini diliyor, bu duygu ve düşüncelerle sözlerime son verirken hepinize tekrar saygılarımı sunuyorum.

Print Friendly, PDF & Email


İLİŞKİLİ YAZILAR

TÜRKİYE SPOR YAZARLARI DERNEĞİ’NE KAYYUM ATANMASINI ANTİDEMOKRATİK

Gazetecilik toplumun doğru bilgiyle donanabilmesi ve demokrasimizin denge içinde işleyebilmesi için vazgeçilmezdir. Gazetecilerin, bu önemli ...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

twelve + one =

Örnek Resim