Anasayfa / MANŞET / Güvenlik Soruşturması Hukuksuzluğunu KPDK Gündemine Taşıdık!

Güvenlik Soruşturması Hukuksuzluğunu KPDK Gündemine Taşıdık!

Kamu Personeli Danışma Kurulu (KPDK) toplantısına konfederasyonumuz adına katılan Genel Sekreterimiz Ramazan Gürbüz güvencesiz çalışmaya son verilmesi, sözleşmelilerin kadroya alınması,  gelir vergisi adaletsizliğine son verilmesi, 3600 Ek gösterge,  ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması, hukuksuz ihraçların göreve iadesi, insanca yaşamaya yetecek bir ücrete ilişkin temel taleplerimizi dile getirdi, kamu emekçilerinin mali ve sosyal haklarında, iş güvencesi başta olmak üzere sendikal hak ve özgürlükler alanında yaşadığı sorunları ifade etti.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen yeniden torba yasa içine konularak geçirilmeye çalışılan, kamuda fişleme anlamını taşıyan arşiv araştırması/güvenlik soruşturması garabetine son verilmesi çağrısında bulunan Genel Sekreterimiz Ramazan Gürbüz bütçe talebimizi ifade ettiği esnada Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk’un müdahalesi ile karşılaşmıştır. Simit Saraylarına, inşaat şirketlerine, sermayeye yapılan teşviklerin emekçilerin vergisiyle yapıldığına dikkat çeken Genel Sekreterimiz bütçenin elbette ki KPDK’nın konusu olduğunu ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilerek emekçilerin bütçeden daha fazla pay alması gerektiğine dikkat çekti.

Kamu Personeli Danışma Kurulu’nun (KPDK) 2019 yılı son toplantısı Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Reşat Moralı toplantı salonunda gerçekleştirilirken, toplantıya konfederasyonumuzu temsilen katılan Genel Sekreterimiz Ramazan Gürbüz’ün konuşmasının tam metni aşağıdadır:

Bilindiği üzere 4688 sayılı yasaya ve bu kurulun yönetmeliğine,  yani Kamu Personeli Danışma Kurulunun Teşkili, Çalışma Usul Ve Esaslarına İlişkin Yöntemliğe” göre KPDK toplantılarının her yıl Mart ve Kasım aylarında yapılması gerekiyor. Dolayısıyla 2019 Mart ayı KPDK toplantısının yapılmamasına,  Kasım ayında yapılması gereken toplantının da bugüne sarkmasına ilişkin haklı eleştiriler oldu. Bu eleştirilere KESK olarak biz de katılıyoruz.

Ama bir taraftan da bu toplantılar zamanında yapılsaydı ne olurdu? Ne değişirdi? diye sormadan da edemiyorum.

Buraya gelmeden önce şöyle hızlıca bir göz attım. 2011 yılında 4688 sayılı yasada yapılan değişiklikler sonucunda daha önce adı “Yüksek İdarî Kurul” iken Kamu Personeli Danışma Kurulu olarak değiştirilen bu kurul ilk toplantısını 2012 yılı Kasım ayında yapmış. Bugüne kadar olan süreçte 14 kez toplanmış. Bugün 15. Toplantımızı yapıyoruz.

Ancak bu kurulun yönetmeliğinde “Toplantı gündemi Kurul Başkanı (yani Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı) tarafından belirlenir. Toplantı gündemi ile varsa gündeme ilişkin komisyon raporları ve diğer belgeler toplantı tarihinden beş gün önce Kurul üyelerine ve diğer katılımcılara bildirilir” denmesine rağmen bugüne kadar yapılan toplantıların neredeyse tamamı daha önceden netleştirilmiş bir gündemle yapılmamış.

Üstelik her toplantıda bu eksikliğe dikkat çekilmiş. En son 2018 Aralık ayında yapılan son toplantıda tüm taraflar bu eksikliğe bir kez daha dikkat çekmesine ve bundan sonraki toplantıların önceden belirlenen bir gündemle yapılması konusunda mutabakata varılmasına rağmen yine değişen bir şey yok.

Dolayısıyla, eğri oturup doğru konuşalım.  En başından beri gündemsiz yapılan KPDK toplantılarının hiçbir işlevi bulunmuyor.  Çünkü bu toplantılarında hep aynı şeyi yaşıyoruz. Sanki bir deja vu içindeyiz.

Bugün de olduğu gibi sayın bakan her seferinde bize pembe bir tablo çiziyor. En çok üyeyi bünyesinde barındıran konfederasyon genel başkanı ise bu tablonun kendi tarihi başarılarının ürünü olduğunu anlatıyor.  Hakkını yememek lazım,  arada bir bakanlığı, hükümeti eleştiren cümleler de kurduğu oluyor.  Ama ve her nasıl oluyorsa her seferinde tüm faturayı KESK’e, Kamu Sen’e kesiyor. Sanki toplu sözleşme masasında KESK olmazsa, KAMU SEN olmazsa her şeyi çözeceklermiş, 5 milyon kamu emekçisinin emeklinin tüm sorunlarını çözeceklermiş gibi konuşuyor.

Biz ilk katıldığımız toplantıdan beri bakanlıkla, kamu idaresi ile aynı dili konuşmadığımızı biliyoruz. Bu her toplantıda daha fazla netleşiyor.

Örneğin biz hepimizin sorunu olan işsizlik rekor kırıyor, her dört gençten biri,  her üç genç kadından biri işsiz,  her dört işsizden biri ise üniversite mezunu diyoruz.

Ancak hükümet yetkilileri, sayın bakan son bir yılda işgücüne katılım oranı yüzde 54’ten yüzde 53,5’e gerilemesine rağmen işsizlikteki artışın yüzde 11,4’ten yüzde 13,8’e yükseldiğini görmezden geliyor. Dolayısıyla işgücüne katılım oranı arttığı için işsizlik arttı mealinde cümleler kuruluyor.

Ekonomik kriz sonucu haneye giren gelirin azalması sonucunda iş piyasasına girmek zorunda kalan kadınlar ve gençler neredeyse artan işsizliğin sebebi gibi gösteriliyor.

 Yine biz hayat pahalılığı el yakıyor, gelirimiz eriyor diyoruz. 

İktidar yetkilileri son bir yıl içinde doğalgaz, elektrik, süt ürünleri başta olmak üzere temel tüketim maddelerine yapılan %50’ye varan zamları görmezden gelip önümüze TÜİK vasıtası ile açıklanan, halkın yaşadığı gerçek enflasyonla hiçbir ilgisi olmayan rakamları koyuyor.

Maaşlarımız TÜİK enflasyonuna endekslenirken kimi harçlar, vergiler ve cezalar yüzde 22,58 olarak belirlenen Yeniden Değerleme Oranında artırılıyor.

Dolayısıyla maaş artışlarımız TÜİK enflasyonuna endeksli hale getirildiği ve adaletsiz gelir vergisi dilimleri sistemi nedeni ile reel gelirimiz her geçen gün daha fazla eriyor.

Ortalama kamu emekçisi maaşı ile alınan çeyrek altın sayısı 15 yılda 13,35 adet azalmıştır. Çeyrek altın almak hayal olmuştur. Yine ortalama kamu emekçisi maaşı ile alınan gram altın sayısı 15 yılda 22 adet azalmıştır.

Yine ortalama kamu emekçisi maaşı son 12 yılda 322 dolar erimiştir. Yani ortalama maaşımız dolar karşısında %30 değer kaybetmiştir.

 BİZ İŞTE BU NEDENLE KRİZİN FATURASI EMEĞE KESİLİYOR DİYORUZ.

Ancak başta Hazine ve Maliye Bakanı olmak üzere hükümet yetkilileri “ tünelin sonundaki ışık büyümeye başladı” diyor. Kriz, miriz yok demeye devam ediyor. Ama bir önceki kalkınma planındaki Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, kişi başına gelir, ihracat gibi temel hedefler Temmuz ayında Mecliste kabul edilen 11. Beş Yıllık Kalkınma Planında yarı yarıya düşürülüyor.

Kimse kusura bakmasın ama biz ne ülkenin geneli ne de kamu emekçileri açısından ortada pembe bir tablo ya da tünelin sonunda büyüyen bir ışık falan göremiyoruz. Ama işsizlikten, yoksulluktan bunalan vatandaşların siyanürle kendi canlarına kıydıklarını görebiliyoruz.

Değerli Katılımcılar,

Aslında durumumuz rakibi tarafından hırpalanan boksör ve ona tabiri caizse gaz veren hocasının hikâyesine benziyor.

Hani, rakibinden sağlı sollu darbe üstüne darbe alan boksöre hocası “çok iyisin, mahvediyorsun onu”  diye bağırıyormuş.

Boksör birkaç raundun sonunda kendisini zar zor köşesine atmış. Hocası ”  rakibin bir, bilemedin iki rauntluk işi kaldı, bitirdin onu” deyince artık dayanamamış. “Ben onun işini bitiriyorsam sabahtan beri beni kim dövüyor?” diye bağırmış.

Bu durumda biz de hikâyedeki boksör misali sormadan edemiyoruz.

Madem kriz miriz yok,  hatta dünyanın imrendiği bir ülkeyiz, her şey toz pembe o zaman bizi kim dövüyor?

Emeği ile geçinen tüm kesimler darbe üstüne darbe almaya devam ediyor.

Bu ülkenin beş milyon kamu emekçisi ve emeklisine Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararı ile biten son toplu sözleşme sürecinde ağır bir darbe daha indirilmiştir.

Hakem Kurulu kararında:

  • Güvencesiz çalışmaya son verilmesi, sözleşmelilerin kadroya alınması
  • Maaş zamlarını cebimize girmeden elimizden alan gelir vergisi adaletsizliğine son verilmesi,
  • Ek gösterge sistemi adaletsizliğine son verilmesi, 24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde bizzat Cumhurbaşkanı tarafından verilen 3.600 ek gösterge sözünün gereğinin yerine getirilmesi,
  • Ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması
  • İnsanca yaşamaya yetecek bir maaş
  • Yaşadıkları sorunlar gittikçe artan kadın kamu emekçilerinin kendi talepleri ile masada temsil edilmesi,

Başta olmak üzere yıllardır çözüm bekleyen sorunlarımız bir kez daha görmezden gelinmiştir.

Hükümetin yaptığı maaş zammı teklifi tek kuruş dahi artırılmamış, 3 milyon kamu emekçisi altışar aylık dilimler halinde, 2020 yılı için %4+%4, 2021 yılı için %3+%3 sefalet zammına mahkum edilmiştir.

  • Tüm kamu emekçilerinin sadece 20 TL artırılan çalışmayan eş yardımı,
  • 900 bin öğretmenin sadece 30 TL artırılan öğretim yılına hazırlık ödeneği,
  • Sınırlı sayıda kamu emekçisinin ise çeşitli adlar altında toplanan tazminatlarının brüt 15 TL artırılması ile yetinmesi istenmiştir.

Üstelik geçmiş toplu sözleşme çalışmasına karar verilen kimi konular “gerekli değişiklikler yapıldı” veya mevzuat değişliği gerekçesi ile yeni metinden çıkarılmıştır.  Örneğin, 600 bin sağlık personelinin temel sorunlarından olan fiili hizmetten yararlanma hakkı (yıpranma payı) yeni toplu sözleşme metninden çıkarılmıştır. Gerekçe olarak ise hem sınırlı sayıda personeli kapsayan hem de geçmiş çalışma yıllarını kapsamayıp yıpranma payından yararlanmayı fiili çalışma süresi şartına bağlayan düzenleme gösterilerek “ sorun çözüldü” denilmiştir.

Şimdi görüyoruz ki herkes yaşanan süreçten kendine göre sonuçlar çıkarıyor. Oysa yaşanan süreç en başından beri mevcut “toplu sözleşme” sisteminde kamu emekçilerinin ve emeklilerin haklarının korunmayacağının altını çizen tek konfederasyon olarak, KESK olarak bizi haklı çıkarmıştır.

Tabiri caizse Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur.

Biz 4688 sayılı yasanın eksiklerini,   sadece adı  ‘toplu sözleşme’ olan ancak gerçek, evrensel bir toplu pazarlıkla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan mevcut sistemin bu ülkenin kamu emekçilerine, emekliklerine layık bir sitem olmadığını en başından beri anlatmaya çalışıyoruz.

Bir kez daha tekrar ediyoruz.

  • Kapsamından, tarafların belirlenmesine, grev hakkımızın yasal güvence altına alınmamasından uyuşmazlık durumunda devreye girecek olan Hakem Kurulunun yapısına kadar onlarca temel sorunu bulunan,
  • Hak arama yollarını kapatan,
  • TÜİK’in çarpık enflasyon rakamlarına endeksli maaş artışlarına indirgenen,
  • Dolayısıyla temel hiçbir sorunumuzu çözmeyen mevcut toplu sözleşme sistemi tamamen iflas etmiştir.

Grevsiz, ILO sözleşmelerine uygun olmayan, her durumda hükümetin kararlarının çıkacağı mevcut toplu sözleşme düzeni ile geleceğimiz nokta buraya kadardır. Bu düzenle kamu emekçileri lehine herhangi bir kazanımın elde edilmesi mümkün değildir. Sistem iflas etmiştir. 4688 sayılı yasa mevta olmuştur.

Hakem kurulunun kararı da göstermiştir ki, bir dönem sona ermiştir. 

Biz KESK olarak en başından beri toplu sözleşmelerin Eylül ayına alınarak bütçe dönemi ile birleştirilmesinin mücadelesini veriyoruz. Çünkü iki yılda bir Ağustos ayında yapılan, gerçek bir toplu pazarlıkla hiçbir ilgisi olmayan mutabakatlarda temel taleplerimiz yok sayılıyor. “Bütçe imkanlarımız sınırlı” bahanesinin ardına saklananlar maaş artışlarımızı sefalet oranları ile sınırlıyor.

Ancak ne yazık ki hem bu talebimizi yıllardır görmezden geliniyor hem de  Konfederasyonların, sendikaların bütçenin görüşüldüğü TBMM komisyon toplantılarına katılımı engelleniyor.

Maaşlarımızdan kaynakta kesilen Gelir Vergisinden tüketimde ödediğimiz KDV ve ÖTV’ye kadar her adımda bizden alınan vergilerin nereye, kime harcanacağına ilişkin bize hiçbir söz hakkı tanınmıyor.

KISACASI BÜTÇE HAKKIMIZ YİNE YOK SAYILIYOR.

 MECLİSTE GÖRÜŞMELERİ SÜREN BÜTÇEYE BAKTIĞIMIZDA İSE

  • Az kazanandan çok, çok kazanandan az vergi almaya dayalı adaletsiz vergi sisteminin sürdürüldüğünü,
  • Hem dolaylı hem dolaysız vergilerin tüm yükünün bordrolulara yıkıldığını görüyoruz.

 TEK DERDİMİZ SADECE ÖDEDİĞİMİZ VERGİLERİN AĞIRLIĞININ ARTMASI DEĞİL.

Eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, özelleştirilmesi sonucunda ödediğimiz vergiler de artık bize “yol, su, elektrik olarak dönmüyor.

Bilindiği üzere Sayın Cumhurbaşkanı daha 16 gün önce Termik santrallerle ilgili düzenlemeyi veto ederken “Bir tarafta halkım var bir tarafta da sermaye var. Kusura bakmasınlar.’ Demiştir.

2020 bütçesine baktığımızda da bir tarafa emekçiler ve halkın öbür tarafta sermayenin, patronların olduğunu görüyoruz.

İşçiden, kamu emekçisinden toplanan vergiler,

Sermayeye,

Simit Saraylarına,

Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) adı altında yürütülen ‘müşteri garantili’ köprü, tünel, otoyolu, havalimanı ve şehir hastanelerinin mütehhitlerine

FAİZ, TEŞVİK, HAZİNE GARANTİSİ olarak aktarılmaktadır.

 Bunu kabul etmek mümkün değildir.

Kamu personel rejimimizin ve kamu idaremizin durumu hakkında da söylenecek çok şey var.

En kısa haliyle özetleyecek olursak..

Çalışma eski bakanlarımızdan Faruk Çelik,  26 Ocak 2013 tarihinde Abant’ta yapılan Çalıştayın açılışında yaptığı konuşmada “ Her kamu idaresi kendine uygun bir kamu personel rejimi yaratmakla mükelleftir”  diyerek aslında durumu net olarak özetlemişti.

Aradan geçen yedi sene içinde ardı ardına kamu emekçilerinin iş güvencesini sınırlayan adımlar atılmıştır.  Özel sektöre ait performans, verimlilik, esnek çalışma gibi kavramlar kamuya da taşınmıştır.  Öyle ki düzenlenen çalıştaylara özel sektör yöneticileri, CEO’ları katılmıştır. Üstelik özel sektör temsilcileri bu çalıştaylarda kamu emekçileri konfederasyonlarının, sendikalarının temsilcilerinden daha fazla kürsü kullanarak “ başarı” hikayeleri anlatır hale gelmişlerdir.

İktidar her seferinde verimlilikten, verimli bir kamudan söz etmiştir. Ancak sözleşmeli, ücretli, güvencesiz istihdamı daha da artırarak, adı torpille, kayırma ile anılan mülakat sistemini tüm kamuya daha fazla yaymış, dolaysıyla kariyer ve liyakat ilkelerinin neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığı koşullarda kamudan verimlilik beklemek imkansız hale gelmiştir.

OHAL döneminde hiçbir yargı süreci işletilmeden,  mahkeme kararı olmadan 4.271’i bağlı sendikalarımızın üyesi olmak üzere 140 bine yakın kamu personeli sorgusuz, sualsiz işinden ekmeğinden edilmiş, hukuk tamamen ayaklar altına alınmıştır.

Üstelik söz konusu ihraçlara gerekçe olarak sunulan düzenlemeler KHK’lerle 657 sayılı yasaya eklenerek kamu emekçilerinin iş güvencesi varla yok arasında bir noktaya getirilmiştir.

Kamu emekçilerinin güvenceli çalışma hakkını sınırlayan başlıklardan birisi de kamu görevine alınmasında, görevde yükselmesinde, tayin ve terfilerde kariyer ve liyakat ilklerini, adaleti ortadan kaldıran düzenlemelerdir.

Bilindiği üzere Anayasamızın 70. Maddesinde “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez” hükmüne yer verilmektedir.

Ancak yıllardır yapılan düzenlemelerle Anayasa açıkça çiğnenmiş, kamu görevine girmede, görevde yükselmede eşitlik ve adalet ilkesi yerle bir edilmiştir. Kamuda işe almalarda mülakat, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sisteminin ağırlığı gittikçe artırılarak torpilin ve kadrolaşmanın kapısı sonuna kadar açılmıştır. 

“Kamu Görevine İlk Defa Atanacaklar İçin Yönetmelik” adlı yönetmelikte defalarca değişiklik yapılmıştır. Danıştay’ın başta sözlü sınavlara ilişkin olmak üzere verdiği kararların arkasından dolanmak için her yol denenmiştir.

İktidarınız döneminde çıkarılan KHK’lar ile tüm bakanlıkların, kamu kurumlarının teşkilat yapısında ve görevlerinde değişiklikler yapılmıştır. Buna bağlı olarak kamu personelinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin konularda da torpil ve kayırmanın önünü açan düzenlemeler yapılmıştır.

Sözlü sınavın yazılı sınavdan daha ağırlıklı olarak değerlendirilmesinin önü açılmıştır.

Sözlü sınavın objektif olarak yapılabilmesi için; sınav komisyonunun alanında uzman ve tarafsız kişilerden oluşturulması, adaylara sorulacak soruların başvurdukları işin gerektirdiği nitelikleri taşıyıp taşımadıklarını ölçen sorular olması şarttır.

Oysa pratikte gerçekleşen öyle değildir. Kamu kurumlarında yapılan sözlü sınavlarda başkanlığını o kurumun en yetkilisi isimleri tarafından yapıldığı bir komisyon kurulmaktadır. Sözlü sınav komisyonunun diğer üyeleri ise söz konusu kurumun üst düzey ve orta düzey diğer yöneticilerinden oluşmaktadır. 17 yıldır çıkarılan kanunlarla, Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yönetmeliklerle tüm üst düzey yöneticilerin siyasal iktidara bağlandığı koşullarda söz konusu komisyonların tarafsız, objektif olması mümkün değildir, ki yaşanan sayısız örnek de bu durumu teyit etmektedir.

Hem göreve almada hem de görevde yükselmede adayın bilgisini, yeteneğini, mesleki yeterliliğini değil, siyasi iktidarla aynı çizgide olup olmadığını ölçen sözlü sınavlar siyasi kadrolaşmanın temel aracı haline getirilmiştir.

Siyasal iktidar ile farklı çizgide olan adayların KPSS puanı ne kadar yüksek olursa olsun sözlü sınavlarda düşük puan verilerek elenmesi ne yazık ki rutinleşmiştir.

Diyelim ki kişi tüm bu zorlukları aştı ve kamu emekçisi adayı olmaya hak kazandı, bitti mi?! Hayır!… Adaylar bu kez de Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması ile üçüncü bir elemeye tabi tutulmaktadır.

Daha önce sadece kamu kurumlarının gizlilik dereceli birimlerinde çalıştırılacak olanlar için (askeri personel, emniyet personeli, istihbarat teşkilatlarında ve ceza infaz kurumları ile tutukevlerinde çalıştırılacak personel için) uygulanan ‘güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak’ şartı 676 sayılı OHAL KHK’si ile 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesine eklenmiştir. (Söz konusu KHK’nin bu düzenlemesi 1 Şubat 2018 tarihinde kabul edilen 7070 sayılı kanununla süreklilik kazanmıştır)

Böylece kamuya yapılacak tüm atamalardan önce atamaya hak kazanan kişiler hakkında Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak şartı getirilmiştir.

25 Ekim 2018 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 228 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması yönetmeliğinde yapılan değişiklikler sonrasında keyfilik ve hukuksuzluk artmıştır.

Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması sadece adayı değil, birinci hatta ikinci derece yakınlarını da kapsar hale getirilmiştir. Üstelik söz konusu yakınların yasal olarak hiçbir suç teşkil etmeyen, temel hak ve özgürlükler kapsamında katıldıkları eylemler, basın açıklamaları adayların kamuda işe alınmamasının gerekçesi haline getirilmiştir.

Keyfiliğe çok sayıda örnek vardır. Zaman darlığı nedeniyle burada bunları sıralamak istemiyorum. Ancak bazı örneklerden de anlaşılmaktadır ki, iktidar Konfederasyonumuzu ve bağlı sendikalarımızı adeta yasadışı görmektedir. DİVES üyesi bir arkadaşımız, HABER SEN üyesi başka bir arkadaşımız, yine Ankara’da bir dava vesilesiyle emniyetin gönderdiği bilgi notunda EĞİTİM SEN üyesi bazı arkadaşlarımız sadece Konfederasyonumuza bağlı sendika üyesi oldukları için sakıncalı ilan edilmişlerdir. Bu garabete ve hukuksuzluğa artık dur denilmelidir.

Neyse ki, Anayasa Mahkemesi “dur” deme cesaretini gösterebildi. AYM, 29 Kasım 2019 tarihinde açıklanan kararıyla Şubat 2018’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7070 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkındaki Kanun’un altı maddesini iptal etti. AYM, aranacak şartlar arasına OHAL ile eklenen “Güvenlik soruşturması veya arşiv araştırması yapılmış olmak” koşulunun Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmederek iptaline karar verdi. Kararın gerekçesinde, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması kapsamında özel bilgilerin alınması, kaydedilmesi ve saklanması, özel hayata saygı hakkına sınırlama olarak değerlendirildi.

Fakat iktidar OHAL’in süreklileştirilmesini esas aldığından ve bir yönetim biçimi olarak uyguladığından, bu kez yeni bir yasal düzenleme hazırlığına girişmiştir. Anayasa mahkemesinin iptal kararının üzerinden daha 17 gün geçmişken 16 Aralık tarihinde TBMM’ye sunduğu torba yasa teklifiyle OHAL döneminde devlet memurluğuna alınacaklarda aranan şartlara eklenen “güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak” şartını iptal eden Anayasa Mahkemesi kararını yok saymaya çalışmaktadır. Torba yasa teklifinde yer alan ‘güvenlik soruşturmasına’ ilişkin düzenlemeler hem Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararlarına hem ülkemiz iç hukukuna hem de Anayasanın 90. Maddesi ile Anayasaya aykırılıklarının ileri sürülemeyeceği hüküm altına alınan, ülkemiz tarafından onaylanan temel hak ve hürriyetler ile ilgili uluslararası sözleşmelere aykırıdır.

Ne tür yasal kılıf uydurulmaya çalışılırsa çalışılsın, bizler uygulamanın siyasal amaçlı bir fişleme olduğundan kuşku duymuyoruz.

Dolaysıyla, aynı iktidarın yıllar AB süreci nedeniyle kaldırdığı güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasına yeniden sığınması çelişkisine, yargı kararlarının etrafında dolanma yaklaşımına son vermelidir.

Sayın Bakan, Değerli Katılımcılar,

Bildiğiniz üzere bir ay sonra, 23 Ocak’ta, OHAL İşlemleri Komisyonunun kuruluşu üzerinden üç yıl geçmiş olacak. Bu komisyonun kurulma amacı ve çalışma şekli, komisyon üyelerinin belirlenme yöntemi de göstermektedir ki, Komisyona verilen görev idarenin işlemlerini mümkün olan en yüksek oranda onaylama ve süreci uzatabildiği kadar uzatmadır!

Nitekim aradan üç yıl geçmesine rağmen Komisyonun 25 Ekim 2019 tarihli son açıklamasına göre hala 34.200 dosyanın incelemesi devam etmektedir. Bağlı sendika üyelerimizden ihraç edilenlerden 815 kişinin başvurusu ret edilirken, 398’inin ise başvurusu kabul edilerek işlerine iade edilmişlerdir.

Hala yaklaşık 3.000 sendika üyemizin başvurusu ele alınmamıştır. Arkadaşlarımızın başvurularının sonlara bırakılması bizlere bilinçli bir yaklaşım olduğunu düşündürtmektedir.

Burada hem hukuken hem de insani olarak yaşanan, kelimelerle izah edilemeyecek kadar trajik bir duruma dikkat çekmek istiyorum. Komisyonun başvurularını doğru bulduğu, yani haksız yere ihraç edildiklerini kabul ettiği üç arkadaşımız kararı göremeden yaşamlarını yitirdiler. Hem de stresin temel faktör olduğu herkesçe bilindiği kanser ve kalp krizi gibi hastalıklar nedeniyle… Bunlardan biri sendikamız BES Diyarbakır eski şube başkanı Ahmet Çoban, biri yine BES üyesi Necdet Kalkan, bir diğeri ise sendikamız SES Malatya şubesi eski başkanı Bülent Uçar’dır. Komisyon kararı verinceye kadar ne sosyal güvenceleri vardı ne de özel bir işyerinde çalışabildiler. İktidarınız sosyal ölü haline getirmek için açık/örtülü her tür baskı yöntemini devreye soktu. Bunun vebalini bu iktidar nasıl ödeyecek? Birazcık vicdan kaldıysa, birazcık insanlık kaldıysa bizler ve aileleri bu sorunun cevabının verilmesini bekliyoruz, yaşamını yitiren bu arkadaşlarımızın ailelerine “pardon, bir yanlışlık olmuş mu” diyeceksiniz? “Kurunun yanında yaş da yanar” mı diyeceksiniz!..

Bu vesile ile bir kez daha hukuksuz ihraç edilen tüm kamu emekçilerinin zaman geçirilmeden görevlerine iade edilmeleri ve geriye dönük tüm kayıplarının telafi edilmesi gerektiğini belirtmek istiyoruz. Yine OHAL’in süreklileştiğinin en somut kanıtı olan 375 sayılı KHK’ye eklenen geçici madde ile kurumlar bünyesinde oluşturulan komisyon kararlarıyla ihraç etme uygulamasına derhal son verilmelidir.

 OHAL ilanından bir süre önce başlayan ve OHAL’e gerekçe olan darbe girişimi sonrası askeri darbe dönemlerini aratmayan düzeyde artan hak ihlalleri devam ediyor.

Herhalde İçişleri Bakanı sendikal hakları da geleneklerimize uygun görmüyor olacak ki, basın açıklamalarımızdan tutalım demokratik eylem ve etkinliklerimizin birçoğu yasaklanıyor, engelleniyor. Öyle ki, sizin gözleriniz önünde ve onayınızla toplu sözleşme görüşmelerinin olduğu 1 Ağustos günü dahi eylemimiz engellendi, polisin saldırısı sonrası sendika yöneticisi bir arkadaşımızın kaburga kemiklerinin kırılması dahil çok sayıda arkadaşımız yaralandı, gözaltına alındı.

Sürgünler, mobbing, sendikal ayrımcılık, adli ve idari soruşturmalar, disiplin cezaları, düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik ihlaller, gözaltı ve tutuklamalar, sendika panolarına müdahaleler, temsilcilik odası vermeme vb. çok sayıda ihlal yaşanmaktadır.Sadece hak ihlallerini buradan saymaya kalksam bir iki saat konuşmam gerekecek. Önümüzdeki günlerde bu konudaki raporumuzu açıklayacağız. Bakanlığa da göndereceğiz. Sayın Bakan’dan raporumuzu dikkatle incelemelerini ve hak ihlallerinin giderilmesi için girişimlerde bulunmasını talep ediyoruz.

Sayın Bakan, ILO toplantısı öncesinde sizinle yaptığımız görüşmede “sorunlarımızı ülkede çözeriz, ne zaman isterseniz görüşürüz” demiştiniz. ILO Konferansı üzerinden 6 ay geçti, ancak bırakalım sorunların azalmasını durum her gün daha da geriye gitmektedir.

Sorunların çözümü yönünde bir niyet ve kararlılık var ise, örneğinsendikal iç işleyişimize yönelik müdahalelere son vermekten başlayabilirsiniz. Bizler devlet memuru olabiliriz ancak sendikamız devlet sendikası değildir. Bakanlığınıza bağlı bir kurum da değildir. Dolaysıyla ihraç edilen arkadaşlarımızdan sendika yöneticisi olanların Bakanlık tarafından muhatap alınmaması ve haklarında yönetici olamayacaklarına dair dava açılmasından derhal vazgeçilmelidir. Bu açıkça sendika işleyişe ve uluslararası mevzuata aykırıdır.

Yine pasaport yasaklarının kalktığına dair yapılan açıklamalar ve kimi düzenlemeler mevcut durumda hiçbir değişikliğe yol açmamıştır. Mahkeme kararı olmamasına rağmen ihraç edilen üyelerimiz, yöneticilerimiz pasaport verilmediği için sendikalarını yurt dışında temsil edemedikleri gibi anayasal hak olan seyahat hakkı da engellenmektedir. Kendileri ya da yakınları ağır hasta olup yurt dışında tedavi görmek isteyenler dahi yurt dışına çıkamamaktadırlar.

Print Friendly, PDF & Email


İLİŞKİLİ YAZILAR

TÜRKİYE SPOR YAZARLARI DERNEĞİ’NE KAYYUM ATANMASINI ANTİDEMOKRATİK

Gazetecilik toplumun doğru bilgiyle donanabilmesi ve demokrasimizin denge içinde işleyebilmesi için vazgeçilmezdir. Gazetecilerin, bu önemli ...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

19 + eighteen =

Örnek Resim