KESK’in ikincisini düzenlediği Ortadoğu Barış Konferansı 13-14 Nisan 2019 tarihlerinde İstanbul Bakırköy Tarık Akan Kültür Merkezi’nde yapıldı. Ülkemize, Ortadoğu’ya ve dünyaya barış gelsin şiarıyla düzenlenen Ortadoğu Barış Konferansı’na TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz da katılarak bir sunum gerçekleştirdi.
II. Ortadoğu Barış Konferansı açılışında 733. haftalarındaki Cumartesi Anneleri selamlandı ve başta 10 Ekim barış şehitleri olmak üzere emek ve demokrasi mücadelesinde hayatını kaybedenler saygıyla anıldı.
II. Ortadoğu Barış Konferansı KESK Eş Genel Başkanı Aysun Gezen’in moderatörlüğünde başladı. Ortadoğu’da emek, göçmen işçilik, mültecilik, barışın örgütlenmesi ve somut öneriler başlıklarıyla 2. gün 2. Oturum kapsamında TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz bir konuşma yaptı.
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz’ın konuşması şöyle:
Ortadoğu’nun farklı ülkelerinden aramızda bulunan değerli konuklarımız, Sendika ve meslek örgütlerinin değerli başkanları, değerli katılımcılar, hepinizi Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği adına sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Barışı savunmanın suç olduğu topraklarda yaşıyoruz. Barışı savunanların, silahların susmasından yana olanların, halkların bir arada kardeşçe yaşamasını isteyenlerin bir biçimde cezalandırıldığı bir ülke burası.
Bu durum sadece günümüze özgü değil. Türkiye NATO’ya dahil olabilmek için 1950 yılında Kore’ye asker gönderme kararı aldığında, Behice Boran Başkanlığındaki Barışseverler Cemiyeti üyeleri bu kararın kaldırılarak askerlerin geri çağrılması için açıklama yaptıkları için tutuklanarak 15 ay hapse mahkum edildiler. Cemiyet 15 gün faaliyet gösterebilmişti.
1977 yılında Mahmut Dikerdem tarafından kurulan Barış Derneği’nin akıbeti de benzer şekilde olmuştu hatırlarsınız. 12 Eylül sonrasında kapatılan Barış Derneğinin yöneticileri tutuklanmış ve tüm dünyada yankı uyandıran dava 1991 yılına kadar devam etmişti.
Ülkemizde Kürt Sorunu’nun çatışmalı bir sürece dönüşmesinin ardında barış savunuculuğu ülkemizin en önemli gündemlerinden birisi haline geldi. Barışı savunmanın bedeli de artmaya başladı. Çok sayıda aydın, yazar, sanatçı, öğrenci hatta lise talebeleri bir barış talep ettikleri için yargılandı, cezalandırıldı, hedef gösterildi.
Bu süreç hala devam ediyor. Çatışmaların ona ermesi, çözüm sürecinin yeniden işletilmesi için bildiriye imza atan Barış İçin Akademisyenler üniversitelerinden koparıldılar. Bir kısmı 1 yılın üzerinde cezalar aldılar, bir kısmının yargılanmaları halen devam ediyor.
Geçtiğimiz yılın başında “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diye açıklama yapan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyelerinin yaşadıklarını hepimiz biliyoruz. Benzer bir süreç şimdi KESK ve TMMOB yönetim kurulları için de işletiliyor. Barış istediğimiz için bedel ödemeye devam ediyoruz hepimiz.
Öte yandan bu ülke, barışı savunmanın suç olduğu bir ülke olduğu kadar, insanların her ne pahasına olursa olsun barışı savunmaktan vaz geçmediği de bir ülke.
Bu ülke, Kore’ye gönderilen askere “Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?” diye soran Nazım Hikmet’in ülkesidir.
Bu ülke, nükleer silahlanma yarışına dur diyen aydınların ülkesidir.
Bu ülke, Irak’ta Savaşa Hayır demek için sokakları dolduran yüzbinlerin ülkesidir.
Bu ülke, bir arada yaşam mücadelesine hayatlarını vermiş Hrant Dink’in, Tahir Elçi’nin ülkesidir.
Barış mücadelesi için bedeller ödemiş, yaşamlarını vermiş tüm aydınlarımızı saygı ve minnetle anıyorum.
Değerli arkadaşlar,
Çok eski çağlardan bu yana savaşların doğasını belirleyen şey, o toplumun içinde yaşadığı ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkilerdir. İlkel dönemlerde birbirleriyle rekabet halindeki kabile savaşları; dinin egemen olduğu ortaçağ dünyasında din savaşları; toprak egemenliğine dayalı yayılmacılığın olduğu dönemlerde fetih savaşları görülür.
Dünya çapında yüz yılı aşkın zamandır yaşanan savaşların nedeni ise emperyalizmdir. Emperyalist ülkelerin dünya çapındaki güç ve etkinliklerini artırmaya yönelik mücadeleleri, 100 yılı aşkın zamandır tüm dünya coğrafyasını kana bulamaktadır.
Bu dönemde iki büyük dünya savaşı, çok sayıda bölgesel savaş ve özellikle Ortadoğu ve Afrika’da bitmek bilmeyen ülkeler arası savaşlar yaşanmıştır. Emperyalist dönemde savaşlar, dünya tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş biçimde geniş coğrafyaları ve nüfusu etkilemektedir.
Daha fazla sömürü, daha fazla kaynak kontrolü, daha fazla pazara ulaşmak, daha fazla bölgede nüfuz kurmak için emperyalistlerin göze alamayacağı hiçbir şey yoktur.
Bizler Ortadoğu coğrafyasında yaşayan halklar olarak bu emperyalist gözü dönmüşlüğün ne boyutlara ulaşabileceğinin en canlı tanıklarıyız. Dünyanın en kadim kültürlerinin coğrafyası olan bu topraklar, aynı zamanda dünyanın en kanlı savaşlarına da sahne olmuştur.
Yemen’den Suriye’ye, Filistin’den Irak’a, Türkiye’den Afganistan’a kadar Ortadoğu’nun pek çok bölgesinde sıcak çatışmalar devam etmektedir. 150 yıldır bu bölge halklarını ve kaynaklarını sömüren emperyalist güçler, bölgenin geri kalmışlığının ve savaşların temel sebebidir.
Bugün hak ve özgürlüklerin kapitalist dünya ile özdeşleştirilmesine aldanmamak gerekiyor. Kapitalizm, 16 yüzyıldan itibaren, başta Amerika ve Afrika olmak üzere geniş coğrafyalarının kaynaklarının sömürülmesine, orada yaşayanların köleleştirilmesine, işçi sınıfının alın terinin elinden alınmasına, farklı medeniyetlerin silah zoruyla ortadan kaldırılmasına dayanan bir sermaye birikimi üzerine inşa edilmiştir. Kapitalizm için zor ve şiddet başlı başına iktisadi bir güçtür. Kapitalistler, sömürü ve karlarını artırabilmek için savaş halini süreklileştirmektedir.
Değerli Konuklar,
Kapitalizmin bu karanlık yönünü görmek için 500 yıl öncesinden örnekler aramaya gerek yok aslında. Sosyalist bloğun dağılmasının ardından dünya üzerinde tük süper güç olduğunu kanıtlamak isteyen ABD’nin Irak’a başlattığı savaş, emperyalist saldırganlığın cüretinin ve yıkıcılığının en somut göstergesidir.
Ortadoğu’daki petrol bölgelerini kontrol etmek amacıyla yaklaşık 30 yıl önce başlatılan bu savaş ve işgal, bugün hala bölgede akan kanın temel nedenidir. Bölge ülkelerinin istikrarsızlaştırılması ve güçsüzleştirilmesi, ABD askerlerinin ve şirketlerinin bölgedeki etkinliğinin garantisidir.
Savaş elbette sermayedarlar için sadece enerji ve hammaddeye el koymanın fırsatı değil, savaş aynı zamanda kapitalistler için yeni iş sahalarının açılması ve yeni ucuz işgücünün yaratılması anlamına da gelmektedir.
Bugün dünya çapında en önemli gündem maddelerinden birisi olan mülteci sorununun temel nedenlerinden birisi, uzun süreden bu yana Ortadoğu coğrafyasında hüküm süren savaş ve çatışmalardır. Ülkelerindeki çatışmalardan kaçan Libya, Irak ve Suriye kökenli göçmenler, dünya çapındaki mülteciler içerisinde en kalabalık grupları oluşturuyor.
Savaştan kaçan insanlar açısından hem bir geçiş ülkesi hem de hayatlarını devam ettirdikleri ülke olarak Türkiye’de bizler göçmenlerin sorunlarını en yakından gözlemleyen ülkelerden biriyiz.
Türkiye’de resmi rakamlara göre 3 milyon 650 binin üzerinde Suriyeli göçmen bulunuyor. Bunlardan sadece 140 bini kamplarda yaşıyor, 3 buçuk milyon Suriyeli ise ülkenin farklı yerlerinde kötü koşullarda hayatlarına devam ediyor.
Ülkemizde geçici sığınma statüsünde bulunan göçmenlerin çalışması izne bağlıdır. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından açıklanan verilere göre 2018 yılı sonu itibariyle çalışma izni verilen Suriyeli sayısı sadece 32 bin 200 kişidir. Yani milyonlarca Suriyeli ülkemizde kaçak olarak asgari ücretin çok altında ve güvencesiz biçimde çalıştırılmaktadır. Özellikle, Gaziantep, İstanbul, Urfa, Adana, Bursa gibi illerimizde bulunan küçük ve orta ölçekli işletmelerin üretimleri büyük oranda kayıt dışı çalışan Suriyeli göçmen işçilere dayanmaktadır.
Bu işçilerin ne koşullar çalışma ve yaşamak zorunda kaldığını hepimiz biliyoruz aslında. Geçtiğimiz haftalarda Ankara’da hem çalışıp hem barındıkları yerde yaşanan yangında ölen 6 Suriyeli işçinin durumu bunun en güncel örneklerinden birisidir. Göçmen işçilerin ölümü istatistiklere bile yansımamakta, çoğunlukla hukuki sonuç bile doğurmamaktadır.
Savaştan kaçan bu insanlar, sığınmak zorunda kaldıkları ülkelerde adeta savaş koşullarında yaşamlarını devam ettiriyorlar. Emekleriyle ülkenin zenginleşmesine katkıda bulunurken, ülkenin zenginliklerinden faydalanmalarına izin verilmiyor.
Ülkelerindeki zor koşullardan kaçarak Türkiye’ye sığınan bu işçiler sadece misafirimiz değil aynı zamanda sınıf kardeşimizdir. Bu işçilerle sınıfsal temelde bir arada olabileceğimiz örgütsel yapıları inşa etmek, göçmen işçilerin insanca koşullarda yaşaması ve çalışması için mücadele etmek ülkemizdeki emek ve demokrasi güçlerinin güncel görevleri arasındadır.
Görüldüğü gibi savaş, sermaye kesimleri için yeni pazarlar, yeni iş alanları ve ucuz emek gücü anlamına geliyorken, emeğiyle geçinen kesimler için emeğin değerinin düşmesi, alım gücünün azalması ve işsizlik anlamına geliyor.
Bugün ülkemizde yaşadığımız krizin bir boyutunun da bu olduğuna inanıyorum. Bu kriz elbette mühendis, mimar ve şehir plancılarını da etkilemektedir. Kriz nedeniyle kapatılan işletmeler, duran yatırımlar, işten çıkartmalar bizim meslek alanlarımızı da doğrudan etkiliyor.
Değerli Konuklar,
Oturum başlığımızda yer alan “barışın örgütlenmesi için somut öneriler” meselesi Türkiye’deki toplumsal muhalefet bileşenleri olarak bizim uzun yıllardan bu yana üzerine düşündüğümüz konuların başında yer alıyor.
2. Körfez Savaşı öncesinde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yükselişe geçen savaş karşıtı hareket, 2000’li yılların başındaki alternatif küreselleşme hareketleri ve Sosyal Forumlarla birleşerek, küremizin ortak geleceği açısından büyük bir umut oluşturmuştu.
2003 yılında TMMOB, DİSK, KESK ve TTB’nin de aralarında bulundu Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu ve sonrasında Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu olarak yürüttüğümüz kitlesel barış mücadelesi Türkiye’deki barış mücadelesi açısından önemli birikimler yaratmıştı. 1 Mart 2003 tarihinde gerçekleştirdiğimiz Tezkere Karşıtı eyleme 100 binin üzerinde insan katılmış ve oluşan toplumsal tepki tezkereyi engellemişti.
Ne yazık ki 2000’li yılların ortalarından itibaren hem ülkemizdeki barış hareketi hem de dünya çapındaki alternatif küreselleşme hareketi sönümlendi. Özellikle merkez kapitalist ülkelerdeki hükümetlerin baskıcı politikalarının artması ve göçmen karşıtı politikaların yükselişe geçmesi insanların ortak yaşam temelindeki taleplerinin somutluk kazanmasına engel oldu.
Oysa bugün küresel çapta bir umuda en fazla ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan geçiyoruz. Kardeşliğin, bir aradalığın, dayanışmanın politikasını dünya çapında egemen kılmamız gerekiyor. Avrupa’da, Amerika’da ve dünyanın dört bir yanında yükselen faşist iktidarlar karşısında eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelinde yeni bir umut dalgası büyütmemiz gerekiyor.
Türkiye’deki kamu emekçileri mücadelesinin yüz akı KESK tarafından düzenlenen ikincisi düzenlenen Ortadoğu Barış Konferansının bu yöndeki ortak çabalara katkı vereceğine inanıyorum. Ülkemizde bulunan 550 bini aşkın mühendis, mimar ve şehir plancısının örgütü TMMOB olarak barışı savunmaya, bu doğrultudaki tüm çabalara omuz vermeye devam edeceğimizin bilinmesini istiyorum.
Hepinizi saygı ve dostlukla selamlıyorum.